“Ölüm olmadan yaşamdan söz etmek mümkün değil, karanlık
olmadan aydınlığı tanımlayamayacağımız gibi. Ölümden korkarız, çünkü bu korku
hayatta kalmamızı sağlar, içgüdüseldir. Ama yaşamdan korktukça, ölüm
korkularıyla yaşamayı seçmiş oluruz. Varoluşumuzdan kopuk, sahip olduğumuza
kendimizi inandırmaya çalışsak da kendimize ait değilmiş duygusundan
kurtulamadığımız bir yaşamı.” (s.18)
“Otto Rank sevgiyi, bir başka insanın istencini kendi
istenci kadar sevebilmek olarak tanımlar.” (s.43)
“İnsanlara kendi acısından daha değerli gelen bir şey
yoktur. Onu kaybetmekten korkarlar. Onu başlarına inen kırbaç darbeleri gibi
hissederken bir yandan da onunla dost olurlar, çünkü acının açtığı yaralar
onlara güvence sağlar.” Ugo Betti (s.46)
“İlişkilerdeki sorunlar ilişkisizlikten kaynaklanır.”
(s.48)
“İnsanın ancak, ana-babasını kendi dünyaları olan ayrı
varlıklar olarak görmeyi başarabildiğinde gerçek anlamda yetişkin
sayılabileceğini düşünüyorum. Bunu başarabilmenin kolay olmadığını bilerek.
Çünkü her insanın bir önceki kuşaktan bazı alacakları tahsil edilemeden
kalıyor.
…
Gerçek anlamda yetişkin bir benlik oluşmadıkça, geçmişin
alacakları karşı cins ilişkilerinde, hatta dostluklarda tahsil edilmek
isteniyor. Bazen kısır döngülerde sıkışıp kalmamıza neden olarak.” (s.55)
“Albert Einstein, düş gücü bilgiden daha önemlidir,
demişti, mantıklı düşünceye tapınan bilge eskilerinin aşağıladığı düş gücü
için. çocuklara yasaklanmış, büyüklerde yadırganmış düş gücü. Afrika kökenli
Amerikalılar “Konuşan herkes şarkı söyleyebilir,” derler, sarhoş olmaya ya da
duşa girmeye gerek olmadan. Dans yaşamın ritmini yakalamayı tanımlar.
Başkalarının koreografisini ya da moda figürleri izlemeyen, koreografın insanın
yine kendisi olduğu dansı kastediyorum. Kozmosun dansıyla buluşma mucizesinin
anahtarı yalnızca insanın kendinde olduğundan. Hepimiz her gece olağanüstü
hikayeler yazarız düşlerimizde, genellikle başroldeyizdir, bazen seyirci.
Geçmişin bitmemiş hesaplarından geleceğin provasına dek değişebilen bu
hikayeler, günlük yaşamımız içe dönükse dışa dönük, dışa dönük bir dönem
yaşıyorsak içe dönük olurlar.” “(s.59)
“Otto Rank’ın tanımladığı kişilik tiplerinden “sanatkar”,
içinde yaşadığı durumda etkin olabileceği en uygun tepkiyi verebilen kişidir.
Rank’ın “sanatkar”ının, sanat yapıları yaratan insanları tanımlamadığını
anlamışsınızdır. Hatta, “sanatkar”, biçimsel olarak sıradan bir yaşam sürdüren
biridir çoğu kez. Rank sanatkarı tanımlarken, saygı duyduğunu açıkça belli
ettiği, kendi yaşamını yaratabilen insanları anlatır. Sanatkar hangi durumlarda
nasıl davranılması gerektiğini tanımlayan yönergeler kullanmaz, rehberi kendi
yüreğidir, yaşam dansının koreografı da kendisi.” (s.59)
“Yaşam konuşulmaz, yaşanır, sözcükler yaşamın içinde
paylaşılır. Doğulular bunun yüzyıllardır farkındalar. Bir Japon atasözüne göre,
“Yaşantıya dönüşmeyen bilgi, bilmek değildir. Bizlere gelince, yaşadığımızdan
çok konuşuyoruz sanki. Oysa simyacılar sürekli deneyen insanlardı, yaşamı
ayinler dizisi haline getirmeden ve gevezelik etmeden. Çünkü ayinler ve
gevezelik düş gücünün belirebilmesine izin vermez. Düşlemekten değil, yaşantıya
dönüşebilen yaratıcı düş gücünden söz ediyorum tabii. Tamaro’nun kitabının başlığına
gelince, yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmemiz için önce yüreğimizi dinlemeyi
bilmek gerekiyor, üretilmiş sorunların narkotize eden etkisinden sıyrılıp
yüreğimize ulaşabilirsek tabii. Sonra
da, inişiyle, çıkışıyla, riskleriyle, şikayet etmeden çıkılacak yola koyulmak
üzere. O zaman dünyaya daha az kızıyoruz.” (s.60)
“Günümüz insanının yaşamını kurutan en önemli etmenlerden
biridir geleceği denetleme kaygıları. Geleceğin güvencesiyle uğraşırken
yaşanmakta olan anı kaçırıvermek. Oysa biz geleceği yazmaya çalıştıkça gelecek
kendini yeniden yazar, gelecek düz bir çizgi üzerinde art arda dizilen olaylar
şeklinde tasarlanamayacağı için. Düz çizgi üzerinde tasarılar geliştirebiliriz,
ama yola çıkıldığı andan itibaren geleceğin bizimle satranç oynamaya
başlayacağını da hesaba katarak. Bunu hesaba katmadığımızda, yolumuzda ilerlerken
karşılaşıverdiğimiz bir fırtına paniğe kapılmamıza neden olabilir. Paniğe
kapılıp fırtınayı durdurmaya ya da yönünü değiştirmeye çalışırsak işler daha da
karışır ve baş edemeyeceğimiz bir güç karşısında yenik düşme olasılığı da
artar. Yaşamı kendimize bir takım kesin çizgilerle ısmarlayamayacağımızı kabul
etmişsek, telaşa kapılmayıp satranç oyununu bundan böyle fırtınanın bizi
götürdüğü yerde sürdürebiliriz. Orada yenilirsek, bu bir yenilgi değil, deneyim
olur.” (s.61)
“Roma imparatorluğunun ayrıksı düşünürü Seneca “Başlayan
her şey biter” demişti, zamanın bir çizgi üzerinde hareket ettiğine inanan
düşüncenin yüzyıllar sürecek egemenliğinin erken dönemlerinde. Oysa,
yaşadığımız her bir zaman parçacığının sonsuza dek sürecek bir süreksizlikte
seyahat ettiği anlatılır oldu yüzyılımızda. Dünyaca izlenen bir yabancı
televizyon kanalında “Vakit nakittir” sloganının sık sık ekranda göründüğü bir
dünyada, zamanın daha farklı bir anlamının da olduğunu anlatabilmek için uygun sözcüklere
ulaşabilmek pek kolay değil.” (s.61)
“Doğu düşüncelerinin zamana bakışı, özdeş olmamakla
birlikte, modern fizikçilerin görüşlerini çağrıştıran benzerlikler gösterir.
“Bu spiritüel dünyada, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi zaman dilimleri yoktur.
Çünkü bunlar, yaşamın gerçek anlamının bulunduğu şimdiki anda birleşmişlerdir.
Şimdiki an hareketsiz halde duran bir şey değildir, durmaksızın devinir” der
Suzuki. Dogan’ın sözleriyle: Çoğu insan zamanın geçip gittiğine inanır, oysa
zaman olduğu yerde kalmaktadır. Zamanı yalnızca geçip giderken gören birisi,
zamanın yerinde durduğunu ve yalnızca sonsuz şimdiki anın sürekli hareket
halinde olduğunu anlayamaz.” (s.64)
“Çoğumuz içinde yaşadığımız bu şehirden zaman zaman
bunalıp şikayet ettiğimiz halde, neden bir başka yerde yaşamayı seçmiyoruz ya
da seçmeyi arada bir düşünsek bile yerimizden kıpırdayamıyoruz? Bu sorunun
psikolojik bağımlılık çerçevesinde sorulmuş olması çok yerinde bir seçim gibi
geldiği sorulduğu anda. Çünkü yaşadığımız şehrin çeşnisinin ve titreşimlerinin,
keyfiyle ve eziyetiyle, içinde yaşayanların çoğunu uyaran bağımlısı haline
getirdiğine inanıyorum. Sanırım çoğumuz buralarda sürüp giden kozmik dansın
ritmiyle savrulup durmanın sarhoşuyuz ve “Hadi gel köyümüze geri dönelim” gibi
şarkılar da bana, doğaya dönüş yolunu yitirmiş olmanın ağıtıymış gibi geliyor.
Üstelik, türlü vesileler yaratarak arada bir bu şehre gelmeyi adet haline
getirmiş bazı yabancıların varlığından da haberdarım, çoğu Batılı. Müzeleşmiş
dünyalarının katlanılmaz durağanlığından kaçıp kaosun kenarında biraz soluk
almaya çalışan ruhlar. Virüs onlara da bulaşmış gibi.
Tabii uyaran bağımlılığının yarattığı sarhoşluğun
karanlık yönleri de var, diğer bağımlılıklarda olduğu gibi. Yürekleri
dinleyecek zaman bırakmayan bir tempo ve günlük yaşamda nerede ne zaman
çıkacağı belli olmayan savaşlarla baş etme zorunluluğu sonucu yaşanan
yabancılaşma ve yalnızlık
Bir başka deyişle, dış dünyadan gelen uyaran
bombardımanıyla zenginleşen beyin/zihinler, iç dünyalarından giderek daha az
uyaran alır hale gelerek bir başka yönden fakirleşiyorlar. Üstelik buna, kentle
bütünleşememiş bölgelerde yaşayan insanlarda
soyutlanmışlık duyguları da eklenebiliyor. “Bir şeyler var, ama herkes
için değil” düşüncesi eşliğinde yaşanan. Hatta bazıları, kuşaklardır yakın
dostları olan doğadan kopmanın yarattığı köksüzlük duygularının acısı ve
yasıyla birlikte. Üstesinden gelinmesi kolay olmayan yaşantılar bunlar ve işte
o zaman bazı beyin/zihinler uyaran fakiri iç ve dış dünyalarda sıkışıp
kalıyorlar, çevrelerinde ne olup bittiğini kavrayamadan, kimi ise dış dünya
uyaranlarıyla aşırı beslenirken, iç dünyalarından ulaşan uyaranların sesi
giderek duyulmaz oluyor.” (s.72)
“Erich Fromm’a göre olgun ve üretken bireyin kimlik
duygusu, benliğini kendisine yön verecek güçleri yine kendi elinde bulunduran
bir varlık olarak algılamasından kaynaklanır.” (s.89)
“Durumla süreç arasındaki farkı kavradıktan sonra da
yıllarca, süreçlerin bir çizgi üzerinde aktıkları yanılgısını yaşadım. Oysa
hayvanlar ve bebekler şimdiki anın sonsuz sürekliliğini yaşayabiliyor
olmalılar, doğmuş olduklarını ve bir gün öleceklerini bilmediklerinden zamanı
ölçmeyi de bilmiyorlar, gerekmediğinden.
Öyle insanlar var hala vardır herhalde dünyanın bir yerlerinde, pek kimsenin uğramadığı mekanlarda şimdi ve oradayı yaşayan, kendilerini kabul ettirme ihtiyacını duymadıkları için başkalarına karşı sosyallik maskesi takmak zorunda olmayan, tümden yitirmedikleri içgüdüleri sayesinde yaşamla varoluşun tekliğini yaşayabilen. “Yaşamın amacı ölümdür” ilkesiyle yaşayanlara böyle insanların yaşamı sıkıcı ve tekdüze gelir, onlar sürekli bir yerden başka bir yere, gündüzden geceye, bugünden yarına koşmak zorundadırlar. Zamanın hareket etmediğini, değişim içinde olanın kendileri olduğunu fark edebilmelerine izin verilmediğinden.” (s.132)